Prof.Dr. Celal Kırca Yazdı: İbadetlerimiz Neden Ahlak Üretemiyor?
İBADETLERİMİZ NEDEN AHLAK ÜRETEMİYOR?
Günümüzde genellikle Müslümanların, dinî hayatlarını yaşarken ibadet konularında daha duyarlı ve dikkatli oldukları; ama ahlâkî konularda aynı duyarlılığı göstermedikleri müşahede ediliyor. Bu da ister istemez bazı kimselere, “Neden ibadetlerimiz, ahlak üretmiyor?” Kur’an ibadetlerin amacını “takva” olarak gösterdiği halde, neden bazı Müslümanlar, muttaki olamıyor, takvalı bir davranış sergileyemiyor? İbadetlerini eksiksiz yapmaya çalışan kimi Müslüman, neden ahlaklı bir Müslüman olmak için de gayret göstermiyor? Neden menfaat ve çıkar ilişkisini önceleyip, makam ve mevki hırsına kapılıp intikam, haset ve kıskançlık girdabında düşüyor? Sorularını sordurtuyor.
Dolayısıyla ne başörtüsü ne namaz ve ne de diğer ibadetler, haramları engelleyemiyor ve ahlak üretemiyor. Bu da İslâm’ı temsil etmede bir sorun oluşturuyor ve bu sorunlara da cevap aranması gerekiyor. Verilen cevaplar ise genellikle derinlikten ve bilimsellikten uzak yüzeysel kalıyor ve bu nedenle de bu konuda ciddî bilimsel araştırmaların yapılması icap ediyor. Bu görev de başta din sosyolojisi, din psikolojisi ve din eğitimi akademisyenleri olmak üzere bütün ilahiyat akademisyenlerine düşüyor. Bir tefsir akademisyeni olarak benim de bir bakış açım bulunuyor:
Günümüzde yaşanan Müslümanlığın ve İslâm anlayışımızın Kur’an’ın genel muhtevasına ve tenzil yöntemine uygun olmadığı ve buna bağlı olarak Müslümanların Kur’an’la örtüşmeyen bir zihniyet yapısına sahip olduğu görülüyor. Zira Mekke’de inen ayetlerdeki ana temanın iman ve ahlak, Medine’de inen ayetlerdeki ana temanın ise ibadet ve hukuk ağırlıklı olduğu ve buna bağlı bir din anlayışının geliştiği, dolayısıyla da İslâm’ın, Mekke’de iman ve ahlak; Medine’de ise iman ve ahlak ile birlikte ibadet ve hukuk üzerine inşa edildiği bilgisi ile günümüzde yaşanan Müslümanlığın tam uyuşmadığı anlaşılıyor.
Daha açık bir ifade ile iman ve ahlakın, her iki mekanda da İslâm’ın ana mihverini oluşturduğu ve ahlakın imanla irtibatlı olarak yaşandığı dikkate alındığında günümüz Müslümanlığının bu yaşanmışlıkla örtüşmediği görülüyor. Zira Hz. Peygamber’in getirdiği ve yaşayarak gösterdiği İslâm, ne sadece iman, ne sadece ibadet, ne sadece ahlak ve ne sadece hukuktan ibaretti; bilakis bunların tümünü içeren ve parçaları bir araya getiren bir bütünlüğe sahipti. Diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’in yaşadığı İslâm, ne sadece bir fikir, ne sadece bir duygu, ne de sadece amelden ibaretti; bilakis fikir, duygu ve ameli kapsayan bir bütünü ifade ediyordu.
Ne var ki Kur’an’ın getirdiği ve Hz. Peygamber’in de yaşadığı bu İslâm’ın, daha sonraki dönemlerde bir takım dinî, siyasî ve kültürel sebeplerle parçalandığı ve her bir parça üzerinden İslâm algısının oluşturulmaya çalışıldığı ve İslâm’ı anlama ve tanımlamanın da buna göre yapıldığı görülüyor. Mesela “İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak.” [1] hadisi, İslâm’ın şartları /şurûtu’l İslâm olarak anlaşıldı.
Oysa bu hadisten anlaşılması gereken anlam, “şeâiru’l İslâm/İslâm’ın simgeleri” olmalıydı. Zira bu beş şey, İslâm’ın, “ayırıcı özelliğini, nişanını, alâmetini” ifade ediyordu. Bir insan, nasıl ki haç çıkardığında onun Hristiyan olduğu anlaşılıyorsa, bu beş şeyden birini veya hepsini yapan bir insanın da Müslüman olduğu anlaşılıyor. Çünkü bu beş şey, İslâm’ı simgeliyor ve onu diğer dinlerden ayıran alamet-i farikası oluyor.
İslâm’ın şartlarının ise Kur’an’da zikredildiği şekilde iman, ahlak, ibadet ve hukuk olduğu anlaşılıyor. Zira imansız bir İslâm olamayacağı gibi, ahlaksız, ibadetsiz ve hukuksuz bir İslâm da olmaz. Bunların her biri, diğerinin tamamlayıcısı ve mütemmim cüzleridir. İman, insanın iç dünyasını şirkten arındırırken, ahlak da dış dünyasını arındırmakta, sosyal ilişkilerini düzenlemektedir. İbadetler ise insanın Allah’a kul olduğunu gösteren ve bunun da belli ritüellerle ifade edildiği simgelerdir. Hukuk ise iman, ahlak ve ibadet üçlüsünü koruyan, bozulmasını önleyen, caydırıcı, koruyucu ve cezalandırıcı kuralları kapsamaktadır.
Şayet günümüzde olduğu gibi bazı Müslümanların kıldığı namaz, tuttuğu oruç, gittiği hac, kestiği kurban ahlak üretmiyor/üretemiyorsa, bunun en temel nedenlerinden birinin de İslâm’ın, Kur’an’ın iman, ahlak ve ibadet sistematiğine göre yaşanmayışıdır. Zira Kur’an, ibadetlerin bir araç, “takva”nın ise amaç olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, kesilen kurbanların ne etinin, ne de kanının Allah’a ulaşmadığını, O’na ancak “takva”nın ulaştığını[2] ve oruç tutmadaki amacın da takva olduğunu [3] haber veriyor ve namazın insanları kötülüklerden alıkoyduğunu,[4] söylüyor. Hz. Peygamber’in temel misyonunun, “mekarimi-i ahlak/ güzel ahlak” [5] oluşu da bunu ifade ediyor. Hz. Aişe’nin, Hz. Peygamber’in ahlakını, Kur’an ahlakı olarak tanımlamış olması da bunu destekliyor.[6] Dolayısıyla iman, ahlak ve ibadet sistematiğinin bozulmaması gerekiyor, şayet bu sitem bozulursa, Kur’an’ın getirdiği sistem de bozulmuş oluyor.
Nitekim Hz. Peygamber’in hayatından, ahlaklı olunmadıkça İslâm’ın etkili olamayacağını; İslâm’ın kabul görmesi için Müslümanın dürüst, doğru ve el-emin/güvenilir olunması gerektiğini; insanları, aileleri ve toplumları etkileyen şeyin, dinin ibadet boyutu ile birlikte ve belki de ondan önce Müslümanların ahlâkî davranışları olduğunu ve “İman yetmiş küsur şubedir. En yükseği, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demek; en aşağısı ise eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir parçasıdır.”[7] Sözü ile de bu birlikteliğe işaret ettiği anlaşılıyor.
Bu nedenle İslâm, ilkesel olarak her Müslümandan ahlaklı olmasını istiyor, camide başka; cami dışında başka; ibadette başka, ibadet dışında başka; çalan, çırpan, önce cebini düşünen, kazık atan, dedikodu yapan, başkasının hakkını yiyen ve haksız kazanç sağlayan bir Müslüman olmasını istemiyor.
Dolayısıyla İslâm, kendisine güven duyulan, elinden ve dilinden emin olunan; ne incinen, ne inciten; iyilik yapan ve iyilikte yarışan; işinin adamı olan yaptığı her işi doğru yapan, kısaca iş ahlakına sahip olan; okuyan, öğrenen, okuduklarını sorgulayan ve senteze gidebilen; düşünen, aklını kullanan, kurnazlık yapmayan ve üreten; duygularını helâl, temiz ve dengeli bir biçimde yaşayan; duyarlı olan, ama duygusal olmayan, sorumluluk bilincine sahip bulunan; ben yerine bizi, davranışlarının merkezine koyabilen; karanlığa küfretmek yerine bir mum yakan, fakat yaktığı ilk mumun kendi karanlığını aydınlatacak bir mum olmasına özen gösteren; cehalete, tembelliğe, tefrikaya, adaletsizliğe ve ümitsizliğe karşı gönül kapılarını kapatabilen; ibadetlerini bilinçli yapan, yaptığı her işi ibadet bilinci ile yapabilen ve empati yapan Müslümanlardan oluşan ahlaklı bir toplum oluşturmayı hedefliyor ve Müntesiplerinden de bunu bekliyor.
Ama Müslümanlar, bu hedeflere fert bazında ulaşsa da toplum bazında bir türlü, ulaşamıyor. Çünkü ahlakın olmadığı veya zayıfladığı bir toplumda, adalet gerçekleşmiyor/ gerçekleşemiyor; bu nedenle kanun maddeleri ve hapishaneler çoğalıyor. Dolayısıyla adaletin olmadığı yerde “Allah’ın rahmeti” de bulunmuyor. Bu nedenle her Müslümanın ibadetlerini Allah’a, adaletini de insanlara göstermesi gerekiyor. Nitekim Hz. Peygamber’in, ashabını Habeşistan’a gönderirken, onlara kralın adil olduğunu söylemesi de adaletin ne kadar önemli olduğunu anlatıyor. Zira toplumsal hastalıkları tedavi eden adalettir, hukuktur; ahlaki değerler ise gıda gibidir ve sağlığı korumaya yöneliktir. Bu nedenle toplumsal sağlığı korumak için ahlak, vazgeçilmez bir gıda; hastalanan toplumları tedavi için de adalet, vaz geçilmez bir ilaçtır.
Bir toplumda ahlak zayıflamış, sevgi ve saygı azalmış ise hukuk da işlevselliğini yitirmeye başlamış demektir. Zira ahlak zayıfladıkça suç oranları artmakta; suç oranları arttıkça da başta haya duygusu olmak üzere ahlak zayıflamaktadır. Bu kısır döngü ise sosyal medya tarafından olabildiğince teşvik edilmekte; ahlaken doğru olmayan pek çok kural dışı davranış, normal bir davranışmış gibi topluma yansıtılmaktadır. Yalan, iftira, haset, gıybet, tecessüs, gösteriş, kibir, teşhir ve suizan başta olmak üzere her türlü ahlaksızlığın yaygınlaşması ise masumiyetin ve mahremiyetin kaybolmasına ve erozyonuna sebep olmaktadır.
Son sözü Cahit Zarifoğlu’na bırakalım ve onun ibadet ve takva ilişkisine işaret eden şu şiiri ile konuyu bitirelim:
“ Üstadım” dedim,
“Bayrama ne alayım”?
Dediki ;
“Birkaç piri fâniden gönül al,
Birkaç çocuktan gülücük al,
Birkaç fakirden de duâ al.”
……
“Üstadım” dedim,
“Bayram’da ne keseyim”?
Dedi ki ;
“Önce gıybeti /dedikoduyu kes,
Kul hakkı yemeyi kes,
Yalan söylemeyi kes,
Haram yemeyi kes,
Adam kayırmayı kes,
İsrafı kes,
Kötülükten irtibatı kes.”
Bunları kesmezsen ne kesersen kes, beyhude!”
Kaynak: Prof. Dr. Celal Kırca
Not: İşbu makale mir’athaber’den alınmıştır.
- Zeki Bayraktar Yazdı: Şu Manşete Bakar mısınız? - Temmuz 19, 2025
- Mustafa Kır Yazdı: Hesap Soran Olmazsa, Hesap Veren Devlet Olmaz! - Temmuz 19, 2025
- Başkan Akın, Cumartesi pazarında sorunları yerinde dinledi - Temmuz 19, 2025