Mustafa Kır Yazdı: Hesap Soran Olmazsa, Hesap Veren Devlet Olmaz!
Hesap Soran Olmazsa, Hesap Veren Devlet Olmaz!
Yazıma bir anekdot ile başlıyorum. 1981-2011 yılları arasında 30 yıl süreyle Mısır devlet başkanlığı görevini yürüten ve 2011 yılının ocak ayında başlayan olaylar sebebiyle görevini bırakmak zorunda kalan Mısır C. Başkanı Hüsnü Mübarek bir gün yardımcılarından birine; “Ben mi büyüğüm, yoksa Nasır mı büyük” diye sorar. Yardımcısı: “Tabii ki siz büyüksünüz Efendim.” der. Mübarek: “Neden ben büyüğüm?” Deyince, Yardımcısı: “Çünkü Nasır İsrail’den korkardı. Siz İsrail’den korkmuyorsunuz Efendim.” Cevabını verir.
Hüsnü Mübarek tekrar sorar, “Ben mi büyüğüm yoksa Enver Sedat mı büyük? Yardımcısı: tekrar siz büyüksünüz Efendim.” Enver Sedat ta İhvan-ı Müslimin’den korkardı. Siz İhvan-ı Müslimin’den korkmuyorsunuz” Cevabını verir.
Hüsnü Mübarek, işi biraz daha ileriye götürüp, “Peki, Hz. Ömer mi büyük ben mi büyüğüm.” Diye sorunca, Yardımcısı yine; “Siz Hz. Ömer’den de büyüksünüz Efendim. Mübarek: Ben Hz. Ömer’den nasıl büyük olabilirim?” Deyince, Yardımcı: “Çünkü Hz. Ömer de Allah’tan korkardı. Siz Allah’tan da korkmuyorsunuz! Diye çok anlamlı ve yerinde bir cevap verir.
Hz. Ömer kendisinden sonra gelen tüm insanlığa, harf harf, hece hece adaleti öğreten, adaletin gücünü kendi gücünün üstünde tutan, söz konusu haksızlık ve hukuksuzluk olunca; en sevdiklerinden bile gözünü kırpmadan vazgeçebilen, Allah’tan başka kimseye baş eğmeyen, ancak adalet karşısında her an başı eğik duran bir devlet başkanı idi.
Nitekim bir savaş sonrasında ganimet olarak dağıtılan kumaş parçasından tek başına bir elbise çıkmadığı halde kendisi aynı kumaştan diktirdiği bir elbise ile minbere çıkıp, “Ey müminler! beni dinleyin ve bana itaat edin!” Dediğinde; arka saflardan biri: “Ey müminlerin emiri! Seni dinlemiyorum ve sana itaat da etmiyorum! Çünkü sen, Allah ve Resul’ünün yolundan gitmiyorsun!” “Ganimet taksiminde, bizlere düşen kumaştan bir elbiselik kumaş düşmediği halde, sen o kumaştan kendine bir elbise yaptırmışsın!” Diye bağırınca; bu haklı söz karşısında Hz. Ömer oğlu Abdullah’a; “Kalk Abdullah bu sorunun cevabını sen ver.” Der. Oğul Abdullah’ın; ganimet olarak kendi payına düşen kumaşı babasına hediye ettiğini, böylelikle babasının bir elbise diktirebildiğini söylemesi üzerine, O kişi: “Konuş! Ey müminlerin emiri, şimdi seni dinliyor ve sana itaat ediyorum.” Der.
Yine; H. Ömer (r.a.) Halife iken bir cuma hutbesinde cemaate “Ben, “Hak” tan ayrılırsam ne yaparsınız” diye sorunca, Sahabe efendilerimizden birinin; “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz ya Ömer!” demesi üzerine; Hz. Ömer ellerini semaya açarak; “Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki, senin adaletinden ayrılırsam, beni kılıçlarıyla doğrultacak cemaate sahibim” Diye Rabbine şükreder.
Yöneticileri haksızlık yapınca; onları yanlışlarından vaz geçirecek uyarıları yapmaları yönetilenlerin üzerine bir vecibe olduğu gibi, bu uyarıları dikkate alıp gereğini yerine getirmeleri yönetilenlerin yükümlülüğüdür. Haksızlık karşısında susmama, Hakk’ın hatırını haksızların hatırından üstün tutma; İslam’da yönetme ve yönetilme anlayışının bir ilkesidir. Hesap soran millet olmazsa hesap veren devlette olmaz.
Ne yazık ki çağımızın en büyük talihsizliği, yönetimdeki adaletiyle insanlığa ışık tutan bir devlet adamından ve yapılan yanlışlıklar karşısında hesap sormayı ilke edinen milletten mahrum olmalarıdır.
Şimdi günümüz insanlığına da örneklik teşkil etmesini umduğum; tıpkı Hz. Ömer gibi adaleti cihana yayılan, eski Sasani Kralı Nuşirevan ile Hz. Ömer ve Saad Bn. Ebu Vakkas arasında geçtiği rivayet edilen, ibret verici bir hikâyeyi nakletmek istiyorum. Nuşirevan, Peygamberimizin: Nuşirevan’ı kastederek; “Ben adil Hükümdar zamanında doğmuşum.” “Keşke Nuşirevan benim ümmetinden olsaydı. Dediği adaleti dillere destan biriydi.
Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Şam Valisi olan Sad b. Ebu Vakkas, şehirde büyük bir cami yapmak ister. Bu nedenle de caminin yakınında bulunan arsaları kamulaştırma kararı alır. Herkes arsasının bedelini alarak, arsasını camiye devreder. Ancak bir Yahudi, arsasının bedeli kendisine ödenmesine rağmen, arsasının kamulaştırılmasına bir türlü rıza göstermez. Duruma daha fazla sabredemeyen vali, arsa sahibi Yahudi’ye arsanın bedelini fazlasıyla verip onun rızası olmadan arsaya el koyar.
Bu Yahudi, komşusu olan bir Müslüman’a giderek, sızlana sızlana; Vali’nin kendi rızası olmadan arsasına el koyduğunu, bu durum karşısında ne yapacağımı bilmediğini Müslüman komşusuna anlatır. Müslüman komşusu da Ona: “Medine’ye git. Orada Halife Ömer var. Derdini Ona anlat. O son derece adil biridir. Seni dinler ve sana yol gösterir.” Der ” Şamlı Yahudi, Medine’nin yolunu tutar.
Yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaşır, halifeyi sorar. Bir hurma ağacının gölgesinde dinlenen halifeyi gösterir ve İşte Halife bu zattır.” Derler.
Hz. Ömer’in yanında ne bir koruma ne de bir güvenlik duvarı vardır. Şamlı Yahudi, şaşkınlık içinde Hz. Ömer’in yanına gider, selam verip, yayına oturur, olup biten her şeyi bir bir anlatır. Hz. Ömer de adamı dikkatlice dinler. Sonra önünde bulunan bir kemik parçasının üzerine; Kemiğin üzerinde aynen şöyle yazar: “Bilesinki, ben Nuşirevan’dan da az adil değilim.” Yazıp, Yahudi’ye uzatır. Ve “Al bunu Şam Valisine ver, arsanı ondan geri alabilirsin. Der.
Yahudi’nin bu kısa ve net bir cümlelik yazı ile şaşkınlığı daha da artar! Şam’daki yöneticilerin giyim, kuşamı ve oturdukları yerlerin ihtişamı nerede? Medine de oturan Halife’nin durumu nerede? Şam’dakiler böyle mütevazı bir adamı dikkate alırlar mı? Acaba diye kendi kendine hayıflanır.”
Sonunda Şam’a varır. İnanmayarak ta olsa; Valinin huzuruna çıkıp, Halife Ömer’in yazdığı yazıyı uzatır. Mesajı okuyunca Valinin, beti benzi sapsarı kesilir; uzun müddet başını yerden kaldıramaz. Sonra, Yahudi’ye dönerek, “arsanız geri verilmiştir.” Der.
Bu durum karşısında Yahudi’de hayretler içinde kalır. Merak ve dehşet içinde valiye dönerek, “bu yazılana anlam verememiştim. Şimdi sizin bu halinizi görünce merakım iyiden iyiye arttı. Bu cümlenin hikmeti nedir?” Acaba diye sorar. Bunun üzerine, Şam Valisi Sad Bin Ebu Vakkas, “Bak, sana bu cümlenin hikâyesini anlatayım” O zaman benim neden bu denli ürperdiğimi anlarsın.” Der. “İslam’dan önce Halife Ömer ile İran’a develerle ile ticaret için gitmiştik. İran’a vardık. Orada cirit oynayan gençleri seyrederken, çok kalabalık bir çete grubu zorla elimizdeki develere el koydu. Çaresiz ve üzgün bir şekilde, geceleyeceğimiz eski bir han bulduk. Hanın sahibine sıkıntımızı anlatınca; bizim Kral’a gidip, halimizi anlatmamızı istedi. Kral’ın adil bir adam olduğunu, mutlaka bize yardımcı olacağını söyledi Gece ikimizi de uyku tutmadı.
Biz de sabah olunca kralın huzuruna çıktık. Şikâyetimizi tercüman vasıtasıyla Kral Nuşirevan’a anlattık. Şikâyetimizi dikkatle dinledikten sonra her birimize birer kese altın verdi. Olayı inceleteceğini söyleyip, bizim memleketimize geri dönmemizi istedi.
Biz Han’a gelip Hancı’ya durumu anlatınca; Hancı bunda mutlaka bir yanlışlık var. Dedi. Bizi tekrar Kral’ın huzuruna götürdü. Develerimize el koyan kişilerin kıyafetlerini, olayın geçtiği yeri bütün detayları ile anlattı. Hancının konuşması bittiğinde bu sefer Kral’ın yüzü sapsarı kesildi. Bir gün önceki tercümanı çağırttı. Ona bazı sorular sordu. Sonra ayağa kalkıp, bize yeniden ikişer kese altın verdi. Ve bize dönerek, “akşama kadar develeriniz gelecek, develerinizi alın burayı terk edin. Ayrıca giderken biriniz doğu kapısından birinizde batı kapısından çıkın. Talimatını verdi.
Kralın dediklerine anlam verememiş bir vaziyette huzurdan ayrıldık. Akşam olunca develerimiz kapıya geldi. Nelerin olup bittiğini anlamak için Hancıya; ‘Neler oluyor?’ Diye sorduk.
Hancı: “Ben olayın gerçek yüzünü anlatınca; sizin develerinize el koyan kişilerin Nuşirevan’ın büyük oğlu ile Kral’ın veziri olduğunu anladı. Siz ilk gittiğinizde, Mütercim sizin anlattıklarınızı yanlış tercüme etmiş. Kral’ın oğlunu ve veziri korumuş. Bunlar bir çete kurmuşlar. Garibanların mallarına el koyuyorlarmış. Dedi.
Ertesi gün, Kral’ın emrettiği üzere ben be doğu kapısından çıktım. Kapının çıkışında iki kişinin darağacına asılı olduğunu gördüm. Halk toplanmış onları seyrediyordu. ‘Kim bunlar, suçları nedir? Diye sordum. Oradakiler dediler ki, “Bunlardan biri Nuşirevan’ın büyük oğlu, diğeri de veziridir. Bunlar, buraya gelen iki Arap’ı soymuşlar. Nuşirevan, ceza olarak ikisini de asarak idam ettirdi.” Dediler. Hz. Ömer’in çıktığı kapıda ise bizim şikâyetlerimizi yanlış tercüme ederek, Kral’ın oğlunu korumaya çalışan kişi asılmıştı. Nuşirevan kendi öz oğlunu ve en yakın çalışma arkadaşını idam etmişti.
İşte Hz. Ömer senin eline verdiği kemik parçasının üzerine; “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim.” Sözüyle bana bunu hatırlatmıştır. “Eğer halkına zulmedersen; senin gözyaşına bakmam, tıpkı Nuşirevan’ın öz oğlunu darağacına çektiği gibi, bende seni darağacına çekerim.” Demek istemiştir. Neden, benzimin böyle sapsarı kesildiğini; şimdi anladın mı?
Dün, haksız yere arsasına ele konulan bir Yahudi için, kendi Valisinden hesap soran Ömerler, Mazlumun yanında olmak için öz oğlundan vaz geçen adaletine sığınılacak Nuşirevan’lar vardı. Ne yazık ki, bugün insanlık; adaletine sığınılacak bir yöneticiden, zalimlerden hesap soracak bir milletten ve milletine hesap verecek bir devletten mahrum kalmıştır! İnsanlık için bundan daha büyük bir musibet olabilir mi?
Kaynak: Mustafa KIR
- Prof.Dr. Soner Duman Yazdı: Günahın Seller Gibi Üzerimize Aktığı Böyle Bir Zamanda İmanımızı, Kalbimizi Korumak Nasıl Mümkün Olacak? - Temmuz 20, 2025
- Hüseyin Özcan Yazdı: Bir eğitimci olarak bu kadar dezenformasyona,yalana,iftiraya vefitneye kayıtsız kalmak olmazdı… - Temmuz 19, 2025
- Hırsızlık Şüphesiyle Gidilen Evden Ceset Çıktı - Temmuz 19, 2025