Tamer Dursun Yazdı: Dervişin S/Özü

DERVİŞİN S/ÖZÜ

Sivas katliamı gerçekleşeli bir iki ay olmuştu ve yaz bitmiş, sonbahar, soğuk ve yağmurlu yüzünü göstermeye başlamıştı.
Biz de, kızlı erkekli sekiz kişilik grup, işsiz güçsüz, sabahtan akşama kadar, Kocamustafapaşa’daki bir öğrenci kahvesinde, zaman öldürmekten başka bir şey yapmıyorduk ve şimdi size bahsedeceğim o yaşlı ve yapayalnız kadını da, ilk defa, o kahvehanenin penceresinden görmüştük.

Yaşlı kadın her akşam, aynı saatte, elindeki toprak ve çiçek dolu poşetlerle, kahvehanenin önünden gelip geçerdi. Öyle ki, bir zaman sonra, poşetler dolusu toprağı ve çiçeği nereye ve neden götürdüğünü merak eder olmuştuk. Hem de aralıksız, her akşam!..

90lı yıllar hepimizin dibe vurduğu zamanlardı. Ülkece huzursuz, mutsuz, kaygılı ve kederli günlerden geçiyorduk ama gene de hayatımızdaki olumsuzluklara rağmen, umudumuzu ayakta tutmaya çalışıyorduk. Hele de Sivas Katliamı… Çoluk çocuk, yazar çizer, kadın erkek, insanların göz göre göre yakılmaları hepimizi derinden sarsmıştı, hepimiz canımızın bir parçasını Madımak Oteli’nin külleri arasında bırakmıştık. Aradan haftalar geçse de, içimiz halen cayır cayır yangın yeriydi. Diğer yandan, bizim son günlerde uğraştığımız tek konu, elindeki çiçek ve toprak dolu poşetlerle, nereye gittiği belli olmayan yaşlı ve yapayalnız kadındı.

Kahvehane masasında, her kafadan başka bir hikâye çıkıyordu.
Kimine göre, kadın belediyeye ait bahçelerden çiçekleri çalıp kendi bahçesine götürüyor, kimine göreyse, ölmeden önce, kendisi için bir mezar yeri satın almış, şimdiden o mezar yerini çiçeklerle süslüyordu.

Gene bir akşam, arkadaşların hepsi dağılmış ve ben masada yalnız kalmıştım. Eve gitmek istemiyordum. Bir sigara daha yakıp camdan dışarıya bakmaya başladım. O sırada, yolun sonunda ve aynı saatte, yine o kadın göründü. Elleri kolları, her akşam olduğu gibi, çiçeklerle doluydu.

Sigaramı söndürüp dışarı çıktım. Kafaya koymuştum, kadının o çiçeklerle ne yaptığını öğrenmeliydim.

Arkasından koşup yetiştim ve “Teyzecim yardım edeyim mi?” diye sordum.

Başını kaldırıp yüzüme baktı. Kaşları çatıldı.
”Neden?” diye sordu.

”Neden mi?.. Şey…Poşetleriniz ağır…Eviniz de uzaktır sizin… Hadi, izin verin de, yardım edeyim.”.

”Senin meselen o değil, ben anladım çocuk. Söyle bakalım, neden bana yardım etmek istiyorsun?” diye tekrarladı.

Kaçarım yoktu. Cesaretimi toplayıp ”Ya teyze, vallahi kötü bir niyetim yok… Off…Tamam ya, doğruyu söyleyeceğim…Biz..Yani ben ve arkadaşlarım, her akşam seni böyle çiçeklerle falan görüyoruz ya…Meraktan deli olduk. Allah aşkına, sen bu kadar çiçeği ne yapıyorsun, nereye götürüp getiriyorsun?” diye soruverdim.

Cevap vermedi. Poşetleri uzattı.
”Gel peşimden!” diyerek önümden yürümeye başladı.

O önde, ben arkada, bir süre, Samatya’nın yokuşlarını indik, çıktık ve en sonunda harabe ahşap bir evin önünde durduk.

Öksürerek cebinden anahatarını çıkarıp, kapıyı açtı ve ağır adımlarla içeri girdi. Nee “Buyur gel” ne de başka bir şey… Ne yapayım, ben de peşinden…

Heyecanıma engel olamıyordum. Nihayet neler olup bittiğini öğrenecektim.

O önde, ben arkasında, tahta merdivenlerin sonunda bir küçük salona çıktık. Salonda, yerde kırmızı, desenli bir kilim ve kapının karşısında çok eskilerden kalma bir koltuk vardı. Duvarlar boy boy Hz. Ali’nin, Pir Sultan’ın ve ozanların resim ve fotoğrafllarıyla kaplıydı. Durdu, başını öne eğdi, derin bir nefes aldı ve sonra dönüp bana baktı. Yaşlı kadının gözlerinde tarifsiz bir keder vardı. İnsanın etine usul usul batan bir bıçağın verdiği acıya benzer bir kederdi bu…

Hiçbir şey konuşmadan yürümeye devam ettik.
Kapıları kapalı odalardan bir tanesinin önünde durdu, ben de durdum. Belli belirsiz bir duaya başladı ve sanki kapıyı incitmeden korkar gibi, yavaşça kapıyı açtı. Kapı aralandıkça, benim de kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyordu. Ne… İçeride ne var???

İçeri girdi ve geriye dönüp, elimdeki poşetleri aldı. “Gel çocuk, içeri gel.”

Ürkek adımlarla odaya girdim ve gördüklerim karşısında kalakaldım. Çünkü, küçücük odanın içinde, her yerde ama her yerde, bir sürü irili ufaklı onlarca saksı vardı ve hepsi çiçeklerle doluydu. Hayatımda ilk defa bu kadar çok ve rengarenk çiçeği bir arada görüyordum..

”Yirmi dokuz…” dedi ve başını öne eğdi.

”Yirmi dokuz?… Öz… Özür dilerim ama ben tam anla…yamadım?” diye kekeledim.

”Zamanım az kaldı ve benim beş çiçeğe daha ihtiyacım var çocuk. Otuz dörde tamamlamalıyım…Sivas’ta yakılan her bir can için bir çiçek…”

Çiçeklere baktım.
Her çiçekte, Madımak’ta yitirdiğimiz bir canımızın yüzü vardı. Belkıs…Muammer… Serpil… Nesimi… Carina… Serkan… Koray… Metin… Gülender… Hasret…”
Daha fazla kendimi tutamayıp, saksıların önünde, yere çöküp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Kadın yanıma gelip bana sarıldı.

Samatya’da bir sonbahar akşamı…
Bilmediğim bir evde, hiç tanımadığım bir kadınla, el ele tutuşmuş, çiçeklere bakıp ağlıyoruz. Arada bir de yapraklara dokunuyoruz. Bu kimin eli teyzem… bu hangi çocuğun yanağı, gözü, burnu, kaşı, saçı..Teyzem söyle n’olur, bu yaprak, Nesimi’nin sazı mıdır, Hasret’İn nefesi midir yoksa Huriye’nin tokası mıdır…
Samatya bir sonbahar akşamı…
Aylardan efkâr, yıllardan acı…

”Peki, neden otuz dört dedin güzel teyzem? Biz o yangında otuz üç canımızı kaybetmedik mi, neden otuz dört?” diye sordum.

Yorgundu.
Yorgun ve umutsuz.
Nefes alıp verdikçe, göğsünü yarıp geçen hırıltıyı duyabiliyordum.
Yutkundu. Birkaç konuşmak istedi ama yapamadı. En sonunda ‘Doğru dersin oğlum, otuz üç… Ama bir tanesi de benim için… Ben de onlarla yandım, ben de onlarla beraber kül oldum” dedi.

Hiçbir şey diyemedim.
Saatlerce öylece sustuk ve içimizde büyüyen acıyla birlikte, çiçeklere baktık.

Ayrılık vakti gelmişti.
Yaşlı ve yapayalnız kadına veda ederken, elini öptüm.
”Senden bir ricam var can teyzem… Çiçeklerine bir çiçek de benim için ekle olur mu? Otuz beşinci de benim için olsun…Ben de yandım… Ben de küle döndüm.” dedim.

Gözlerinin ucundaki yaş elime damladı.
“Olur çocuk, elbette olur, başım gözüm üstüne.”

***
Kazara elimi kolumu bir yerlere değip yaksam “canım acıdı” demeye utanırım. Çünkü “Can acısı” bambaşka bir şeymiş, ben bunu 2 Temmuz 1993’de öğrendim.

***
Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle.

Kaynak: t a m e r d u r s u n

admin
Sosyal Medya

admin

1953 yılında Edirne'de doğdu. İstanbul Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. 11 yılı lise müdürlüğü olmak üzere 25 yıl öğretmenlik yaptı ve 2001 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'ndan emekli oldu. Üniversite yıllarından beri hobi olarak çeşitli yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı yaptı. İlk kitabı olan 'BAŞARI HİKAYELERİ' 14 Haziran 2018'de yayımlandı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Gönder
Haber İhbar Hattı
Haber İhbar Hattı..
Lütfen Sağ Alttaki Gönder Butonunu Tıklayınız.